Bu gezimizin rotası, Norveç’in doğu sınırından
başlayacak ve ilk durağımız kuzeydeki Trondheim olacak. Ardından Molde ve Gol üzerinden
Rjukan, en son olarak da Oslo güzergahını, benim gözümle sizlerle paylaşacağım.
Saat
sabahın altısında yollardayız. Norveç
yollarının dağlık, ormanlık ve çok ıssız olmasından dolayı yaşadığımız zorlukları
daha önceki gezi yazılarımda sizlerle paylaşmıştım.
Temmuz
ayında bu karlı yol görüntüleri Norveç'te oldukça olağan.
Bu
gezimizde de ana yollardan ayrılmamaya özen göstererek hedefe ulaşmayı düşünüyoruz. Akşamüstü saat 5.00 gibi Trondheim’a gelip,
şehri dolaşıp sonrasında geceyi geçirmek için otele yerleşmeyi planladık.
Trondheim,
gece yarısı güneşini ve kuzey ışıklarını (Aurora Borealis) görmek için
kutup dairesi içerisindeki enlemde olan şehirlerden bir tanesi. Genellikle
geceleri gözlemlenen bu ışımalar, şehirden uzak ve zifiri karanlık bölgelerde
kendini gösteriyor. Kutup ışıklarının en fazla görüldüğü tarihler, Eylül ile
Mart ayıları arasında. Yaz aylarında yaklaşık 24 saate varan gündüzler
yaşandığından bu bölgelerde kuzey ışıklarını görmek mümkün olmaz.
Kuzey
ışıklarını göremesek de bizim gittiğimiz tarih Temmuz olmasından dolayı gece
yarısı güneşini görebildik. Hava koşullarının uygun olduğu günlerde bu
bölgelerde 24 saat gökyüzünde güneşi görmek mümkün. Yani demek oluyor ki;
gündüz - gece gez gezebildiğin kadar :)
Oslo ve Bergen'den sonra Norveç'in
en büyük üçüncü şehri olan Trondheim, 997’de Trondheim Fiyordu'na
dökülen Nidelva Nehri ağzındaki eski liman bölgesine, Viking Krallığının kenti
olarak kurulmuş.
Trondheim, oldukça küçük bir şehir.
Şehir merkezinin bir ucundan diğer ucuna yürüyerek 20 dakikada gezilebilir. 200
yıl Norveç'e başkentlik yapmış olan Trondheim’ın Bakklandet mahallesindeki, nehrin
ve ahşap evlerin, oluşturduğu renk cümbüşüne bakmaya doyamıyor insan.
Nehir tamamen durgun olduğunda
rengarenk ahşap evlerin suya yansıması resmedilmeye değer bir görüntü
oluşturuyor.
Yıllarca yangın ve yıkımdan
kurtulmuş eski ahşap binalar, turistlik dükkanlara ve restoranlara
dönüştürülmüş. Kazıklar üzerindeki renkli ahşap binalar, kartpostal gibi çook
güzel…
200 yıldır suyun içerisinde dimdik
ayakta duran evler, suyun her gün alçalıp yükselmesi nedeni ile ahşap kazıklar
üzerine inşa edilmiş. Bunca yıldır ahşap kazıklar suyun içerisinde çürümeden
nasıl günümüze kadar gelmiş diye düşünmeden edemiyor insan. Ama gerçek şu ki;
ahşap en eski ve en mükemmel yapı malzemesiymiş. Taşıma gücü oranı betondan ve
çelikten daha yüksekmiş. Su altında oksijen olmadığı için de asla çürümezmiş. Hatta
suya maruz kaldığında kaya gibi sert bir madde haline dönüşürmüş.
Trondheim
sokakları
50
metre yüksekliğindeki çan kulesini, şehrin tüm bölgelerinden görmek mümkün.
20. yüzyılın ortasında inşa edilen kulenin etrafı gül bahçesi ile çevrili.
Dünyadaki en yüksek dikey dağ
yüzlerine sahip dağların yanından geçiyoruz. Profesyonel dağcılar, E136 karayolu
üzerinde bulunan bu dik yüzeyli dağlara, kışın buz tırmanışı yapmaya geliyormuş.
Helikopterlerle vadinin tepesine yerleştirilen
aynalar, güneşin hareketini izleyerek ışığı doğrudan Rjukan'ın ana meydanına
yansıtıyor.
Trondheim’daki güzel mimari manzara, Nidelva Nehri'nin üzerindeki bu köprüden çekiliyor. Araç trafiğine kapalı olan tarihi köprü üzerindeki kırmızı yapı, "mutluluk kapısı" olarak isimlendirilmiş.
Köprünün karşı tarafındaki
Bakklandet mahallesinde eski ahşap evler onarılarak, çok ünlü gurmelerin
hizmet verdiği restoranlara ve alışveriş dükkanlarına çevrilmiş.
Trondheim caz, blues, rock ve pop gibi birçok dünya müziklerine ev
sahipliği yapan bir şehir. Açık hava konserlerinin dışında kafelerde ünlü müzisyen ve gurupları çok sık müzik icra ederken görmek mümkün. Norveç’te her
yıl yapılan en iyi bar, müzik kafe yarışmasında Bakklandet'teki Antikvariatet, Norveç'in dördüncü en iyi pub'ı olarak seçilmiş. Ayrıca biz görmedik ama harika
bir kitap barı varmış.
Trondheim, insanları bisiklet
kullanmaya özendiren şehirlerden bir tanesi. Belediye bisiklet odaklı şehir
planlamasına çok güzel bir örnek oluşturmuş. Tepeleri çok olan bu şehir için
belediye dünyanın ilk bisiklet asansörünü Bakklandet mahallesinde kurmuş. Yokuş
boyunca yürüyen ray şeklinde bir sistem döşemiş. Bisikletle rayın yanına durup,
sağ ayağını yürüyen rayın üzerine koyup, bisikletten inmeden ve hiç pedal çevirmeden
tepeye kadar çıkıyorlar.
Şehirleri
anlamak ve hissetmek için tabii ki yürümek gerek.
Elbette, Trondheim’ı gezip de
etkileyici mimarisiyle İskandinavya’nın ikinci büyük katedrali olan
Nidarosdomen Katedralini görmeden olmaz. Katedral, Trondheim şehir merkezinin
ortasına inşa edilmiş ve yürüme mesafesinde her yerden rahatlıkla ulaşılabilir.
Katedral, ulusal bir tapınak
ve yakın zamana kadar Norveç krallarının geleneksel taç giyme
alanı olmuş. Nidaros Katedrali, kutsal olduğuna inanılan Viking
lideri ve ülkenin kralı olan St. Olav'ın onuruna inşa edilmiş. Norveç’in koruyucusu olarak kabul edilen Olav
Haraldsson, Norveç'i Hristiyanlaştırmaya çalıştığı savaşta ölmüş. Olav’ın
kutsal bir kral olduğuna inanılmasının sebebi söyle anlatılmakta;
Kral Savaşta öldürüldükten sonra Nidelva
Nehri kıyısına gömülmüş. Uzun bir zaman sonra mezarı, Nidaros Katedraline
nakledilmek üzere açılmış. Tabutun sanki son zamanlarda yapılmış gibi oldukça
yeni görünmesi, kralın yüzünün görünüşünün hiçbir şekilde değişmediği,
saçlarının ve tırnaklarının yaşıyormuşçasına büyüdüğü gözlemlenmiş. Bu mucizevi
olaya şahit olan Nidaros Piskoposu tarafından aziz ilan edilmiş ve Norveç'in
koruyucu azizi olmuş.
Trondheim, Hristiyanlığın
İskandinavya’ ya girdiği ilk şehir. Bu nedenden dolayı kilise, Avrupa’nın
Ortaçağ'da ve günümüzde Hristiyanlar için önemli hac merkezi olmuş. Trondheim'da
haç yolculuğunu başarıyla tamamlayan hacılara sertifika veren, katedralin yönetimine
bağlı bir Hac Yönetimi Merkezi bulunuyor.
Katedralin batı
duvarının heykelleri İsa’nın çarmıha gerilmesini, Havarileri, kralları, Norveçli aziz heykellerini ve faziletlerini, Eski Ahit'in figürlerini ve
peygamberini tasvir ediyormuş.
Ortaçağdan
günümüze kadar gelen Başpiskopos Sarayı, Nidaros Katedraline komşu. Denilen o
ki; İskandinav yapı türünün en eskisi ve Avrupa'nın en iyi korunan sarayıymış.
Avlu etrafındaki binalar, müze olarak
kullanılıyor. Norveç ve İskandinav tarihine ilgi duyan turistlerin en çok
ziyaret ettiği alanlardan biri olan Başpiskopos Saray Müzesi’nde, Nidaros
Katedrali'nden orijinal heykeller ve arkeolojik bulgular sergileniyor. Ayrıca
ordu tarihinin anlatıldığı Direniş Sergisi, Sikke Atölyesi ve Norveç Kraliyet
Kıyafetleri sergileniyor.
Avlu şu anda boş ama Temmuz aylarında
birçok festivale ev sahipliği yapıyormuş. Özellikle Norveç’te dini ve kültürel
festival olan St. Olav Festivali günleri boyunca, önemli bir buluşma yeri
oluyormuş.
Ulusal Dekoratif Sanatlar Müzesi.
Norveç
sanatında öncü olmuş üç kadın sanatçının daimi sergisi ve 16. yüzyıldan günümüze
kadar gelen mobilya, gümüş, cam ve tekstil tasarımlarının sergilendiği müze.
Trondheim Meydanı.
Şehrin pazaryeri ve festival alanı
olarak kullanılan alanda, Trondheim’ın simgesi olan,1921 yılında inşa edilen, 18 m yüksekliğindeki Olav
Tryggvason'un heykeli duruyor.
Trondheim’dan ayrılıp, gece
konaklayacağımız yer olan Orkdal Fiyordu’nun kıyısındaki Trasavika kampına ulaştık.
Fiyort manzaralı
Trasavika kampındaki bu evde bir gece kaldık. Çarşaf ve havlu dışında
buzdolabı, bulaşık makinesi dahil son derece donanımlı, çok
güzel bir ev. Kocaman tahta verandası olan bu evler, daha çok karavan tatili
yapan aileler için düşünülmüş.
1 hafta önce ayırttığımız evin işlemlerini yaptırırken,
çarşafları ve
havluları, kişi başı yaklaşık bir gece kalma fiyatına kiralamamız gerektiğini görevlinin “çarşaflarınız
yanınızda mı?” sorusu karşısında anladık. "ne yani toplamda 3 – 4 saat dinlenip yolumuza
devam edeceğiz, bir de yanımızda çarşaf mı taşıycaz. Hadi ordan!" diyemeyeceğimiz için “çarşaflarınız yanınızda mı?” diye tekrar sorulduğunda, “hı hı çarşaflarımız arabada” diyerek, resepsiyondan anahtarımızı
alacağız.
Başlangıçta gayet kendimizden emin işlemleri yaptırırken, sıra çarşaf
ve havlu işlemlerine gelince halimiz çok fenaydı. Koordine edemediğimiz
el-kol hareketlerinden tutun da, göz göze gelmemek için başka taraflara
bakmalar, lüzumsuz tebessümler yalan söylediğimizin tipik belirtileriydi.
Sonrasında
kar gibi yastığa ve yatağa temas etmeye kıyamadığımız için temiz tişörtlerimizi
yastıklara kılıf gibi geçirip öyle kullandık : ) Ayrıca ayrılırken evi temizlemek
de mecburi.
Kampta küçük aileler için düşünülmüş, tek odalı oldukça
şirin kabin alternatifleri de var.
Trasavika Kampı'nda
bahçeli, çiçekli, böcekli rüya gibi kulübeler, karavanlar için özel
tasarlanmış. Tatilciler karavanlarını kulübelerin yan tarafındaki kapısı açık
olan alana monte edip, dışarı çıkmadan karavandan kulübeye geçiş
yapıyorlar. Böyle doğayla iç içe sevimli, konforlu, sıcak ve
masalsı bir kulübeye sahip olmak, eminim herkesin hayalidir.
Trasavika kampının, Orkdal Fiyordu kenarındaki
plajı.
Sessiz! Burada çıt çıkmıyor. O kadar sessiz ki
suyun içinde “puff puff” diye nefes alan balinaların sesini duymak mümkün.
Orkdal fiyordu sahilinde tekne
gezisi ve balık tutma olanağı var. Toplam somon akışı açısından, balıkçılar
arasında çok popüler hale gelmiş bir fiyort.
Norveç Fiyortlarının kıyısındaki
yolları takip ederek, zaman zaman üzerindeki köprüleri geçerek, ormanları aşarak,
feribot yolculuğu yaparak ve eşsiz manzaraları fotoğraflayarak, Trasavika Kampı'ndan
Molde şehrine doğru gidiyoruz.
Molde, Molde fiyordunun kıyısında yer alan gülü, cazı ve 222 diye adlandırılan panoramik manzaraya sahip küçük bir kasaba.
Liman şehri olan Molde aynı zamanda
balık ihracatı, tekstil ve mobilya imalat şehri.
Molde şehri, karşıdaki dağ manzarasının panoramik
görüntüsü ile tanınır. “222 “ olarak adlandırılan görkemli
dağ zirvelerini fotoğraflamak için 407 metrelik bir yüksekliğe çıkmak
gerekiyor.
Gül bahçeleri ile ünlü, bu güzel fiyort kasabası Molde’ye
"Güller Şehri" de deniliyor. Belediye Sarayı meydanında bir buket gül
tabağı tutan kızın heykeli, şehrin sembolü olmuş.
Sahilde saksafon çalan adam heykeli,
Molde şehrinin Avrupa'nın en eski caz festivaline ev sahipliği yaptığının göstergesi.
Her yıl
Temmuz ayının 3. haftası binlerce caz meraklısı, Molde’nin müzik festivaline
katılmak için kente geliyormuş.
Sokak satıcılarının, festival görevlilerinin ve restoranların caz festival
için ilk günü telaşlı hazırlıklarına denk geldik. Ücretsiz olan konserleri, gezi programını bozmamak için maalesef
İzleyemedik:(
Gol kasabası üzerinden Rjukan’a doğru
yolumuza devam ediyoruz. Doğru yolda olduğumuza emin olarak harika yollardan
geçiyoruz. Dağları, ormanları, yamaçları aşarak hedefimize yaklaşmanın
sevincini yaşarken, yol daralmaya ve sessizleşmeye başladı. Enerji nakil
hatları da bir anda yok oldu. Sonrasında da asfalt yol toprak yola dönüştü.
“Hoppala ne oluyor” diye sorgularken, bağlantı yolu çalışması yapılıyor
ihtimalini düşünerek, 1 saat kadar ormanın içerisine çekilerek yol aldık. Fakat
bi terslik var! “yol olması gerektiği gibi değil” diyerek arabamızın hızı düşürüp, nerede
olduğumuzu anlamaya çalıştık.
İnternetimizi kontrollü kullanmak için
Navigasyonu devre dışı bıraktığımız andan itibaren yanlış yola sapmışız. Yolun, Doğal
Vahşi Yaşam Milli Park'ın içinden geçen, kilometreler uzunluğunda toprak
bir yol olduğunu anladığımızda çok geç olmuştu. Geri dönemezdik. Mecbur bu yolu
takip edip, öbür ucundan çıkıp, karayoluna bağlanacaktık. Sonuçta yol ne kadar
kötü olabilirdi ki? Ama milli parkın müdahale edilmeyen doğa alanı olduğunu da
hepimiz biliyoruz. Üstelik bir de vahşi yaşam doğal alanı deniliyor. Ayı başta
olmak üzere her türlü vahşi hayvanlarla selamlaşmak durumunda kalabildik.
Neyse ki sadece kocaman boynuzlu geyiklerin, arabamızın önünden çekilmesini
bekleyerek bu bölgeden çıkabildik.
Meğer insan doğada kaybolunca
gizemli ve doğaüstü yaşanan olayları hafızasından çağırıp, kendi kendini çook
korkutabiliyormuş.
Bu arada toprak yoldan asfalt yola
kavuşabilmek için kocaman demir bir bariyer kapının üzerinden atlayıp, arka
tarafındaki kilide, kendi geliştirdiğimiz bir tekniklerle müdahale ederek:))
sürgülü kapıyı nasıl açtığımızın detaylarını şimdi burada paylaşmayacağım.
Omsdal vadisinden E136 karayolu
boyunca şelale, nehir, dağ ve orman manzaraları nefesimizi kesti
dersem abartmış olmam.
Dağların zirvesindeki karların beslediği şelaleler, oto yol boyunca bize eşlik etti.
Yolumuzun üzerindeki manzaralar karşısında
insan zaman kavramını yitiriyor. Burada şu anda mevsim, yaz mı, kış mı? Güneş hiç batmıyor zaman gündüz mü, gece mi?
Yol kenarındaki çiftlik evleri.
Norveç’te yerleşim yerleri, genelde fiyortların
kenarında küçük küçük guruplar halinde planlanmış.
E136 karayolunun kenarında yer alan,
güçlü ve öfkeli bir kükremeyle akan, Slettafossen şelalesi.
şellalenin döküldüğü Rauma
Nehri ve vadisini kapsayan 114,2
km uzunluğundaki tren hattı rotası, Norveç'in en muhteşem
tren yolculuğu olarak kabul edilmekteymiş.
Slettafossen şelalesinin kenarına
seyir terasları, piknik alanları ve kafeler yapılmış.
Fotoğrafta
sevimli göründüğüne bakmayın, Mitolojik İskandinavya kültüründe troller,
büyük burunlu, iri gözlü, çift kafalı, çirkin, güçlü ve tehlikeli yaratıklar
olarak tarif edilir.
Önceki Norveç
gezimizde Rjukan şehri planımızda olmasına rağmen, yolların kar nedeniyle kapanması
sonucu geri dönmüştük. Bu sefer aylardan Temmuz, yollar açık ve biz bu sefer
nihayet Rjukan’a ulaştık. Görmeyi en çok istediğim yerlerden
biri de Rjukan kasabası. neden mi? hadi anlatmaya başlayalım.
Sanayi bölgesi Rjukan, güney
Norveç'teki bir vadiye kurulmuş.
Bu derin vadide bulunan Rjukan kasabasındaki
1.883 metre
yüksekliğindeki Gaustatoppen Dağı, Kuzey Avrupa’nın önemli kayak merkezlerinden
biriymiş. Kasaba, güneş görmez konumu sayesinde kışın 200 den fazla
donmuş şelaleye sahip oluyormuş. Donmuş şelale tırmanışı yapmak için
Rjukan’ın mükemmel bir bölge olduğunu bilen dağcılar, dünyanın dört bir
tarafından bu bölgeye akın edermiş. Hatta bu bölgede sektör o kadar gelişmiş ki,
donmuş şelale tırmanış kursları bile düzenleniyormuş.
Oteller genelde merkezden yüksekte
dağ yamaçlarında bir bölgede yer alıyor. Fotoğrafta görünen bizim de kaldığımız
apart otel ve kabinler, oldukça modern döşenmiş.
Rjukan Norveç’in 6. en büyük kayak
merkezi olduğu için dairelerde kış koşullarına uygun odun sobası ve bir şömine bulunmakta.
Kaldığımız dairenin bir odasında kış turizmi için gelen konukların kullanması amacıyla, kayak kıyafetlerinden tutun da kış sporları için ne gerekiyorsa hepsi mevcut. Kışın bu özelliklere sahip bir dairenin fiyatı bizim paramızla küçük bir servet değerinde diyebilirim.
Neyse ki biz, Temmuz ayında gittiğimiz için
fiyatlar oldukça uygundu.
Evlerin hepsi insana özgürlüğünü
hissettiren muhteşem Gaustatoppen Dağı manzarasına sahip.
Heykel, Rjukan’ın kurucusu Sam
Eyde’ye ait.
Dağlar, güneş ışınlarını bloke
ettiği için Rjukan’da yaşayan halk yılın altı ayı güneşi göremez.
Eyde, 1908 yılında gübre üretimi
için elektrik enerjisi sağlamak amacıyla, Rjukan şelalesini satın almış. Şelalenin altına fabrikasını
kurarak, Rjukan’da sıfırdan bir şehir yaratmış. Fabrikasında çalışan işçilerin beden
ve ruh sağlığını etkileyen etmenlerden birinin güneş ışığı olduğunu
bilen Sam Eyde, işçileri güneşlensin diye 1928 yılında Kuzey Avrupa'nın
ilk teleferiği inşa ettirmiş. Teleferik 5 dakikalık yükselme sonrasında dağın güneşle
buluşan yüksekliğine ulaşarak, fabrikada çalışan işçilerin güneş ihtiyacını karşılamaya
hizmet ediyormuş. Teleferik hala çalışır durumda ve turistlik amaçla kullanılıyor.
Dedim ya Rjukan yılın atı ayı güneşi
görmez diye! İşte ikinci çözüm. Çılgınca fikirlerin öncüsü Rjukanlılar, 2013 yılında
aynalarla güneşi yakalayıp, kış ışığını kente yansıtmışlar.
Reuters sayfasından indirdiğim bu fotoğraf, Rjukan halkının aynaların açılış kutlamasındaki görüntüleri.
Açılışta binlerce insan bir demet
ışık altında güneş gözlüklerini takmış halde plaj sandalyelerinde güneşlenmeye başlamış.
Hatta plaj voleybolu bile oynamışlar.
Türkiye Ordu ilinin Yalıköy beldesinde de halk, daha havanın kararmasına saatler kala güneşin dağın
arkasına geçmesinden şikayetçiymiş. Çok erken saatlerden itibaren dağın
gölgesinde yaşayan şehir halkı, romatizma hastalığına yakalandığını
düşünüyormuş.
Peki, bu sorun bizde nasıl çözülmüş?
Tabii ki dağı 50 metre
keserek! Bu da Rjukanlılara bilgi olsun:)
Rjukan belediye
meydanı.
Başrollerinde, Kirk Douglas
ve Richard Haris oynadığı “Telmark kahramanları” diye bir film izlemiştim.
Film 2. dünya savaşında Almanların, Norveç'i işgal etme sebebi olan, ağır su üretim tesisini ele
geçirme savaşından bahsediyordu. Bu filmden inanılmaz derecede etkilenmiştim. Şimdi, Nazilerin atom bombası yapımında kullanmayı
planladığı Döteryum Oksit, ya da daha bilinen adıyla"ağır su" üretiminin yapıldığı fabrikanın, Norveçli bir gurup komando
tarafından, sabote edildiği bölgedeyiz.
1900 yılının başında dünyanın en büyük enerji
santrali olan Norsk Hidroelektrik Santrali, metrelerce yukarıdan dökülen
suyun gücünü kullanarak, hidroelektrik üretiyordu.
Bu enerji santralinde üretilen ağır
su savaşının yarattığı öykünün geçtiği bölgede bulunan Rjukan şelale suyunun
büyük kısmı, Norsk Hidroelektrik Santrali giden boruların içinden geçiyor. Hidroelektrik
Santralinin asıl amacı gübre üretimine enerji sağlamak için hidrojen gazı üretmekmiş.
Ağır su denilen madde de nükleer bomba yapımında kullanılan hidrojen gazının
yan ürünüymüş. Ağır su, normal sudan
yüzde 10 daha ağırmış.
Ağır suyun üretilmesi için çok fazla
su ve güç gerekiyormuş. Almanların atom bombasını geliştirmek için işgal ettikleri
Norsk Hidroelektrik Santrali, o dönemde bu koşullara sahip tek bölgeymiş.
İşgal altındaki tesiste, Almanların
atom bombasını yapmaya çok yaklaştığını, santralde çalışan Tronstad’un, İngiltere’ye
kaçarak müttefikleri uyarmasıyla süreç başlar. Almanların Atom bombasını yapması durumunda
dünya için bir felaket olacağını düşünen ABD ve İngiliz müttefikler, ağır su
üretimin bir an önce durdurulması gerektiğine karar vermişler.
Bu santral binası doğal bir kale
olan dağın eteğine kurulmuştu.
yapı olarak çok sağlamdı ve havadan
bombalama yerine, tesisi yerinde sabote
etmek daha kolaydı.
Derin bir vadinin karşı tarafında ve
dik bir dağ yamacında bulunan Hidroelektrik Santraline, sadece asma köprü ile
ulaşılabiliyordu. Ayrıca Almanlar santrali ve buzla kaplı çevreyi, üç bin askeriyle
çok sıkı koruma altına almışlardı.
Bu çok zor sabotaj operasyonuna, Ekim 1942'de bölgeyi çok iyi bilen gençlerden
oluşan gurubu, Rjukan'ın batısına paraşütle gizlice indirilerek başladılar. Görevleri
üs kampı kurmak ve sabotaj operasyonu için istihbarat toplayıp, kendi kurdukları radyo istasyonu
aracılığıyla Müttefik Komutaya bilgi aktarmaktı. Ardından Kasım 1942 de iki uçak
dolusu özel timden oluşan 34 kişilik İngiliz ekibi santralin bombalaması için görevlendirildi.
Fakat uçaklardan birisi düştü diğeri de geri dönmek zorunda kaldı. Düşen
uçaktaki çoğu asker öldü. Kurtulanlar ise Almanlar tarafından yakalandı ve kurşuna
dizildi. Operasyon başarısız olunca -10 derece kış koşullarında dağda saklanmak
zorunda kalan askerler, geyik avlayıp etini ve midesindeki kalıntıları yiyerek
hayatta kaldı. (Telmark kahramanları filminde, askerlerin kış koşullarında saklanarak
nasıl hayatta kaldıkları anlatılıyor.)
İlk deneme başarılı olamadıysa da 28
Şubat 1943 günü, özel eğitimli Norveçli komando askerleri santrale sızarak ağır
su depolarını havaya uçurmayı başardı. Fakat Almanlar altı ay sonra santrali
yeniden işletmeye başladılar.
Ardından, ABD Kasım 1943 günü santrale
başka bir saldırı düzenledi. Çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği bu saldırıda
da santrale yeterince zarar verilememişti. Almanlar daha sonra tüm
faaliyetleri durdurup, ellerinde kalan ağır suyu Almanya’ya nakletmeye karar
verdi. 1944’de kalan ‘ağır su’ stokunu Tinn Gölü üzerinden sivil bir feribotla
Almanya’ya nakledileceği öğrenildi. Norveçli direnişçilere, içerisinde kendi
vatandaşlarının da olduğu feribotun batırılması emri verildi. Nükleer
tehlikenin büyüklüğü karşısında feribot 18 sivil yolcusuna rağmen batırıldı.
Böylece Feribot içerisindeki ağır su varilleri ve 18 sivil insanla birlikte
nehrin derinliklerine gömüldü.
Hidroelektrik santrali, şimdi Norveç Endüstri
İşçileri Müzesi olarak kullanılıyor.
Müzeden edindiğim broşürlerdeki fotoğraflarda, şelalenin gücü çok iyi anlaşılıyor.
Müzeye gitmek için çok derin bir
vadinin üzerine yapılmış asma bir köprüden geçmek gerekiyor. köprünün altından Rjukan
şelalesinin suyu akıyor.
Bu köprü aynı zamanda dünyada bungee( iple atlama
)
sporunun yapıldığı nadir yerlerden biriymiş.
Ardından, ormanın içinden yaklaşık 700 mt. dik
yamacın tepesine tırmanmak gerekiyor.
Endüstriyel İşçiler Müzesinde, Hidroelektrik
türbinlerin bulunduğu ana salon gerçekten etkileyici. Türbin salonunda ağır su
üretmek için gerekli olan elektrik enerjisini üreten, eski
türbinler bulunuyor.
Türbinlerin devasa büyüklüğü resimlerde pek belli
olmuyor. Yanında durmam belki referans olabilir.
Ana kontrol konsolu ve ağır su
toplayıcıları.
Formülü D2O yani “ağır su”, meğer
bir gençlik iksiriymiş! Atom bombası
yapımında kullanılan bu “ağır su” yaşlanmayı durduruyormuş. kaçırırmıyım hiç! 30
krona müzeden satın aldım.
Sabotaj operasyonu
için bilgiler bu küçük kulübedeki radyo istasyonundan, müttefik kumanda
kademesine gönderiliyormuş.
Müzenin bahçesinde, 11 Norveçli
sabotajcının ismini listeleyen bir taş anıt bulunuyor.
Yeni bir şehir daha görme fikrinin
cazipliğiyle rotamızın son durağına Oslo’yu ilave ettik. Bir gün
yine geleceğim dediğim Oslo’ya, bu ikinci gelişim. Yine ilk geldiğimizde
olduğu gibi, Oslo son durağımız oldu. Norveç’in birkaç şehrini baştan sona gezdik,
tarihini öğrendik, müzeleri ziyaret ettik, dağlara tırmandık, fiyortların
manzarasında kendimizi kaybettik. Kısacası ruhumuz dinelirken, bedenlerimiz
yeter artık dedi.
Oslo Norveç’in başkenti ve İskandinavya'nın 4 büyük şehrinden biri. Mimarisi, müzeleri, opera binası, Nobel Barış Merkezi, muhteşem
uluslararası sanat koleksiyonuna sahip heykellerden oluşan parkı… Görülecek çok
fazla yeri var.
Sonuçta Oslo’ya daha yakından bakmak
ve tam hakkını vermek için önümüzdeki dönemde tekrar gelmeyi planlayarak,
şehrin merkezinde biraz dolaşıp, dönüş yoluna koyulduk.
Oslo’nun merkezindeki Oslo Opera Binası, Norveç'in en büyük prestijli yapısı olarak
kabul ediliyor. 2008’de Kültür Mimarisi alanında, 2009 yılında AB Çağdaş
Mimari Ödülü gibi birçok ödüle sahip. En çok ziyaret edilen mekanlarından biri
olan opera binasının ilginç çatısı, turistlerin ilgi odağı olmuş. Bedava
gezilen binanın çatısından, Oslo fiyort manzarası görülmeye değer.
Opera binasının önündeki yüzen
heykel, İtalyan sanatçı Monica Bonvicini’ye ait. İlk bakışta yelkenliye benzese
de heykel, bir buzdağını temsil ediyormuş.
Oslo, Avrupa'nın en hızlı büyüyen
şehirleri arasında yer alıyor. Fiyorda bakan
camla kaplı binaları, şık ve modern
görüntüye sahip.
Dünyanın dört bir yanından
gelen insanların yaşadığı Oslo sokaklarındaki Roman dilencilerin
rahatlığı, insanı tebessüm ettiriyor.
Şimdilik Oslo merkezinden birkaç
fotoğraf koyarak yazımı sonlandırıyorum.
Başka
gezilerde buluşmak üzere hoşça kalın.
Benim
gözümle zuhal Şen