27 Şubat 2018 Salı

Trondheim, Molde, Rjukan, Oslo - NORVEÇ

Bu gezimizin rotası, Norveç’in doğu sınırından başlayacak ve ilk durağımız kuzeydeki Trondheim olacak. Ardından Molde ve Gol üzerinden Rjukan, en son olarak da Oslo güzergahını, benim gözümle sizlerle paylaşacağım.
Saat sabahın altısında yollardayız.  Norveç yollarının dağlık, ormanlık ve çok ıssız olmasından dolayı yaşadığımız zorlukları daha önceki gezi yazılarımda sizlerle paylaşmıştım.
Temmuz ayında bu karlı yol görüntüleri Norveç'te oldukça olağan.

Bu gezimizde de ana yollardan ayrılmamaya özen göstererek hedefe ulaşmayı düşünüyoruz.  Akşamüstü saat 5.00 gibi Trondheim’a gelip, şehri dolaşıp sonrasında geceyi geçirmek için otele yerleşmeyi planladık.

Trondheim, gece yarısı güneşini ve kuzey ışıklarını (Aurora Borealis) görmek için kutup dairesi içerisindeki enlemde olan şehirlerden bir tanesi. Genellikle geceleri gözlemlenen bu ışımalar, şehirden uzak ve zifiri karanlık bölgelerde kendini gösteriyor. Kutup ışıklarının en fazla görüldüğü tarihler, Eylül ile  Mart ayıları arasında. Yaz aylarında yaklaşık 24 saate varan gündüzler yaşandığından bu bölgelerde kuzey ışıklarını görmek mümkün olmaz. 
Kuzey ışıklarını göremesek de bizim gittiğimiz tarih Temmuz olmasından dolayı gece yarısı güneşini görebildik. Hava koşullarının uygun olduğu günlerde bu bölgelerde 24 saat gökyüzünde güneşi görmek mümkün. Yani demek oluyor ki; gündüz - gece gez gezebildiğin kadar :)

Oslo ve Bergen'den sonra Norveç'in en büyük üçüncü şehri  olan Trondheim, 997’de Trondheim Fiyordu'na dökülen Nidelva Nehri ağzındaki eski liman bölgesine, Viking Krallığının kenti olarak kurulmuş.
Trondheim, oldukça küçük bir şehir. Şehir merkezinin bir ucundan diğer ucuna yürüyerek 20 dakikada gezilebilir. 200 yıl Norveç'e başkentlik yapmış olan Trondheim’ın Bakklandet mahallesindeki, nehrin ve ahşap evlerin, oluşturduğu renk cümbüşüne bakmaya doyamıyor insan.

Nehir tamamen durgun olduğunda rengarenk ahşap evlerin suya yansıması resmedilmeye değer bir görüntü oluşturuyor.
Yıllarca yangın ve yıkımdan kurtulmuş eski ahşap binalar, turistlik dükkanlara ve restoranlara dönüştürülmüş. Kazıklar üzerindeki renkli ahşap binalar, kartpostal gibi çook güzel…
200 yıldır suyun içerisinde dimdik ayakta duran evler, suyun her gün alçalıp yükselmesi nedeni ile ahşap kazıklar üzerine inşa edilmiş. Bunca yıldır ahşap kazıklar suyun içerisinde çürümeden nasıl günümüze kadar gelmiş diye düşünmeden edemiyor insan. Ama gerçek şu ki; ahşap en eski ve en mükemmel yapı malzemesiymiş. Taşıma gücü oranı betondan ve çelikten daha yüksekmiş. Su altında oksijen olmadığı için de asla çürümezmiş. Hatta suya maruz kaldığında kaya gibi sert bir madde haline dönüşürmüş.
Trondheim’daki güzel mimari manzara, Nidelva Nehri'nin üzerindeki bu köprüden çekiliyor. Araç trafiğine kapalı olan tarihi köprü üzerindeki kırmızı yapı, "mutluluk kapısı" olarak isimlendirilmiş.

Köprünün karşı tarafındaki Bakklandet mahallesinde eski ahşap evler onarılarak, çok ünlü gurmelerin hizmet verdiği restoranlara ve alışveriş dükkanlarına çevrilmiş. Trondheim caz, blues,  rock ve pop gibi birçok dünya müziklerine ev sahipliği yapan bir şehir. Açık hava konserlerinin dışında kafelerde ünlü müzisyen ve gurupları çok sık müzik icra ederken görmek mümkün. Norveç’te her yıl yapılan en iyi bar, müzik kafe yarışmasında Bakklandet'teki Antikvariatet, Norveç'in dördüncü en iyi pub'ı olarak seçilmiş. Ayrıca biz görmedik ama harika bir kitap barı varmış.

Trondheim, insanları bisiklet kullanmaya özendiren şehirlerden bir tanesi. Belediye bisiklet odaklı şehir planlamasına çok güzel bir örnek oluşturmuş. Tepeleri çok olan bu şehir için belediye dünyanın ilk bisiklet asansörünü Bakklandet mahallesinde kurmuş. Yokuş boyunca yürüyen ray şeklinde bir sistem döşemiş. Bisikletle rayın yanına durup, sağ ayağını yürüyen rayın üzerine koyup, bisikletten inmeden ve hiç pedal çevirmeden tepeye kadar çıkıyorlar.
Şehirleri anlamak ve hissetmek için tabii ki yürümek gerek.
Elbette, Trondheim’ı gezip de etkileyici mimarisiyle İskandinavya’nın ikinci büyük katedrali olan Nidarosdomen Katedralini görmeden olmaz. Katedral, Trondheim şehir merkezinin ortasına inşa edilmiş ve yürüme mesafesinde her yerden rahatlıkla ulaşılabilir.
Katedral, ulusal bir tapınak ve yakın zamana kadar Norveç krallarının geleneksel  taç giyme  alanı olmuş.  Nidaros Katedrali, kutsal olduğuna inanılan Viking lideri ve ülkenin kralı olan St. Olav'ın onuruna inşa edilmiş. Norveç’in koruyucusu olarak kabul edilen Olav Haraldsson, Norveç'i Hristiyanlaştırmaya çalıştığı savaşta ölmüş.  Olav’ın kutsal bir kral olduğuna inanılmasının sebebi söyle anlatılmakta;
Kral Savaşta öldürüldükten sonra Nidelva Nehri kıyısına gömülmüş. Uzun bir zaman sonra mezarı, Nidaros Katedraline nakledilmek üzere açılmış. Tabutun sanki son zamanlarda yapılmış gibi oldukça yeni görünmesi, kralın yüzünün görünüşünün hiçbir şekilde değişmediği, saçlarının ve tırnaklarının yaşıyormuşçasına büyüdüğü gözlemlenmiş. Bu mucizevi olaya şahit olan Nidaros Piskoposu tarafından aziz ilan edilmiş ve Norveç'in koruyucu azizi olmuş.
Trondheim, Hristiyanlığın İskandinavya’ ya girdiği ilk şehir. Bu nedenden dolayı kilise, Avrupa’nın Ortaçağ'da ve günümüzde Hristiyanlar için önemli hac merkezi olmuş. Trondheim'da haç yolculuğunu başarıyla tamamlayan hacılara sertifika veren, katedralin yönetimine bağlı bir Hac Yönetimi Merkezi bulunuyor.
Katedralin batı duvarının heykelleri İsa’nın çarmıha gerilmesini, Havarileri, kralları, Norveçli aziz heykellerini ve faziletlerini, Eski Ahit'in figürlerini ve peygamberini tasvir ediyormuş.
Ortaçağdan günümüze kadar gelen Başpiskopos Sarayı, Nidaros Katedraline komşu. Denilen o ki; İskandinav yapı türünün en eskisi ve Avrupa'nın en iyi korunan sarayıymış.
Avlu etrafındaki binalar, müze olarak kullanılıyor. Norveç ve İskandinav tarihine ilgi duyan turistlerin en çok ziyaret ettiği alanlardan biri olan Başpiskopos Saray Müzesi’nde, Nidaros Katedrali'nden orijinal heykeller ve arkeolojik bulgular sergileniyor. Ayrıca ordu tarihinin anlatıldığı Direniş Sergisi, Sikke Atölyesi ve Norveç Kraliyet Kıyafetleri sergileniyor.
Avlu şu anda boş ama Temmuz aylarında birçok festivale ev sahipliği yapıyormuş. Özellikle Norveç’te dini ve kültürel festival olan St. Olav Festivali günleri boyunca, önemli bir buluşma yeri oluyormuş.
Ulusal Dekoratif Sanatlar Müzesi.
Norveç sanatında öncü olmuş üç kadın sanatçının daimi sergisi ve 16. yüzyıldan günümüze kadar gelen mobilya, gümüş, cam ve tekstil tasarımlarının sergilendiği müze.
Trondheim Meydanı.
Şehrin pazaryeri ve festival alanı olarak kullanılan alanda, Trondheim’ın simgesi olan,1921 yılında inşa edilen, 18 m yüksekliğindeki Olav Tryggvason'un heykeli duruyor.
 Trondheim sokakları

Trondheim’dan ayrılıp, gece konaklayacağımız yer olan Orkdal Fiyordu’nun kıyısındaki Trasavika kampına  ulaştık.
Fiyort manzaralı Trasavika kampındaki bu evde bir gece kaldık. Çarşaf ve havlu dışında buzdolabı, bulaşık makinesi dahil son derece donanımlı, çok güzel bir ev. Kocaman tahta verandası olan bu evler, daha çok karavan tatili yapan aileler için düşünülmüş.
1 hafta önce ayırttığımız evin işlemlerini yaptırırken,
çarşafları ve havluları,  kişi başı yaklaşık bir gece kalma fiyatına kiralamamız gerektiğini  görevlinin “çarşaflarınız yanınızda mı?” sorusu karşısında  anladık. "ne yani toplamda 3 – 4 saat dinlenip yolumuza devam edeceğiz, bir de yanımızda çarşaf mı taşıycaz. Hadi ordan!" diyemeyeceğimiz için “çarşaflarınız yanınızda mı?” diye tekrar sorulduğunda, “hı hı çarşaflarımız arabada” diyerek, resepsiyondan anahtarımızı alacağız. 
Başlangıçta gayet kendimizden emin işlemleri yaptırırken, sıra çarşaf ve havlu işlemlerine gelince halimiz çok fenaydı. Koordine edemediğimiz el-kol hareketlerinden tutun da, göz göze gelmemek için başka taraflara bakmalar, lüzumsuz tebessümler yalan söylediğimizin tipik belirtileriydi.
Sonrasında kar gibi yastığa ve yatağa temas etmeye kıyamadığımız için temiz tişörtlerimizi yastıklara kılıf gibi geçirip öyle kullandık : ) Ayrıca ayrılırken evi temizlemek de mecburi.
Kampta küçük aileler için düşünülmüş, tek odalı oldukça şirin kabin alternatifleri de var.
Trasavika Kampı'nda  bahçeli, çiçekli, böcekli rüya gibi kulübeler, karavanlar için özel tasarlanmış. Tatilciler karavanlarını kulübelerin yan tarafındaki kapısı açık olan alana monte edip, dışarı çıkmadan karavandan  kulübeye  geçiş yapıyorlar.  Böyle doğayla iç içe sevimli, konforlu, sıcak ve masalsı bir kulübeye sahip olmak, eminim herkesin hayalidir. 
Trasavika kampının, Orkdal Fiyordu kenarındaki plajı.
Sessiz! Burada çıt çıkmıyor. O kadar sessiz ki
 suyun içinde “puff puff” diye nefes alan  balinaların sesini duymak  mümkün.
Orkdal fiyordu sahilinde tekne gezisi ve balık tutma olanağı var. Toplam somon akışı açısından, balıkçılar arasında çok popüler hale gelmiş bir fiyort.  
Norveç Fiyortlarının kıyısındaki yolları takip ederek, zaman zaman üzerindeki köprüleri geçerek, ormanları aşarak, feribot yolculuğu yaparak ve eşsiz manzaraları fotoğraflayarak, Trasavika Kampı'ndan Molde şehrine doğru gidiyoruz.
Molde, Molde fiyordunun kıyısında yer alan gülü, cazı ve 222 diye adlandırılan panoramik manzaraya sahip küçük bir kasaba.
Liman şehri olan Molde aynı zamanda balık ihracatı, tekstil ve mobilya imalat şehri.
Molde şehri, karşıdaki dağ manzarasının panoramik görüntüsü ile tanınır.  “222 “ olarak adlandırılan görkemli dağ zirvelerini fotoğraflamak için 407 metrelik bir yüksekliğe çıkmak gerekiyor.
Gül bahçeleri ile ünlü, bu güzel fiyort kasabası Molde’ye "Güller Şehri" de deniliyor. Belediye Sarayı meydanında bir buket gül tabağı tutan kızın heykeli, şehrin sembolü olmuş.
Sahilde saksafon çalan adam heykeli, Molde şehrinin Avrupa'nın en eski caz festivaline ev sahipliği yaptığının göstergesi.
Her yıl Temmuz ayının 3. haftası binlerce caz meraklısı, Molde’nin müzik festivaline katılmak için kente geliyormuş.
Sokak satıcılarının,  festival görevlilerinin ve restoranların caz festival için ilk günü telaşlı hazırlıklarına denk geldik. Ücretsiz olan konserleri, gezi programını bozmamak için maalesef
İzleyemedik:(
50 metre yüksekliğindeki çan kulesini, şehrin tüm bölgelerinden görmek mümkün. 20. yüzyılın ortasında inşa edilen kulenin etrafı gül bahçesi ile çevrili.

Gol kasabası üzerinden Rjukan’a doğru yolumuza devam ediyoruz. Doğru yolda olduğumuza emin olarak harika yollardan geçiyoruz. Dağları, ormanları, yamaçları aşarak hedefimize yaklaşmanın sevincini yaşarken, yol daralmaya ve sessizleşmeye başladı. Enerji nakil hatları da bir anda yok oldu. Sonrasında da asfalt yol toprak yola dönüştü. “Hoppala ne oluyor” diye sorgularken, bağlantı yolu çalışması yapılıyor ihtimalini düşünerek, 1 saat kadar ormanın içerisine çekilerek yol aldık. Fakat bi terslik var! “yol olması gerektiği gibi değil”  diyerek arabamızın hızı düşürüp, nerede olduğumuzu anlamaya çalıştık.
İnternetimizi kontrollü kullanmak için Navigasyonu devre dışı bıraktığımız andan itibaren yanlış yola sapmışız.  Yolun, Doğal Vahşi Yaşam Milli Park'ın  içinden geçen, kilometreler uzunluğunda toprak bir yol olduğunu anladığımızda çok geç olmuştu. Geri dönemezdik. Mecbur bu yolu takip edip, öbür ucundan çıkıp, karayoluna bağlanacaktık. Sonuçta yol ne kadar kötü olabilirdi ki? Ama milli parkın müdahale edilmeyen doğa alanı olduğunu da hepimiz biliyoruz. Üstelik bir de vahşi yaşam doğal alanı deniliyor. Ayı başta olmak üzere her türlü  vahşi hayvanlarla selamlaşmak durumunda kalabildik. Neyse ki sadece kocaman boynuzlu geyiklerin, arabamızın önünden çekilmesini bekleyerek bu bölgeden çıkabildik.
Meğer insan doğada kaybolunca gizemli ve doğaüstü yaşanan olayları hafızasından çağırıp, kendi kendini çook korkutabiliyormuş.
Bu arada toprak yoldan asfalt yola kavuşabilmek için kocaman demir bir bariyer kapının üzerinden atlayıp, arka tarafındaki kilide, kendi geliştirdiğimiz bir tekniklerle müdahale ederek:)) sürgülü kapıyı nasıl açtığımızın detaylarını şimdi burada paylaşmayacağım.
Omsdal vadisinden E136 karayolu boyunca şelale,  nehir, dağ ve orman manzaraları nefesimizi kesti dersem abartmış olmam. 
Dağların zirvesindeki karların beslediği şelaleler, oto yol boyunca bize eşlik etti.
Yolumuzun üzerindeki manzaralar karşısında insan zaman kavramını yitiriyor. Burada şu anda mevsim, yaz mı, kış mı?  Güneş hiç batmıyor zaman gündüz mü, gece mi? 
 
Yol kenarındaki çiftlik evleri.
Norveç’te yerleşim yerleri, genelde fiyortların kenarında küçük küçük guruplar halinde planlanmış.

E136 karayolunun kenarında yer alan, güçlü ve öfkeli bir kükremeyle akan, Slettafossen şelalesi.
şellalenin döküldüğü Rauma Nehri ve vadisini kapsayan 114,2 km uzunluğundaki tren hattı rotası, Norveç'in en muhteşem tren yolculuğu olarak kabul edilmekteymiş.
Slettafossen şelalesinin kenarına seyir terasları, piknik alanları ve kafeler yapılmış.
Fotoğrafta sevimli göründüğüne bakmayın, Mitolojik İskandinavya kültüründe troller, büyük burunlu, iri gözlü, çift kafalı, çirkin, güçlü ve tehlikeli yaratıklar olarak tarif edilir.
Dünyadaki en yüksek dikey dağ yüzlerine sahip dağların yanından geçiyoruz. Profesyonel dağcılar, E136 karayolu  üzerinde bulunan bu dik yüzeyli dağlara,  kışın buz tırmanışı yapmaya geliyormuş.
Önceki Norveç gezimizde Rjukan şehri planımızda olmasına rağmen, yolların kar nedeniyle kapanması sonucu geri dönmüştük. Bu sefer aylardan Temmuz, yollar açık ve biz bu sefer nihayet Rjukan’a ulaştık. Görmeyi en çok istediğim yerlerden biri de Rjukan kasabası. neden mi? hadi anlatmaya başlayalım.

Sanayi bölgesi Rjukan, güney Norveç'teki bir vadiye kurulmuş.
 Bu derin vadide bulunan Rjukan kasabasındaki 1.883 metre yüksekliğindeki Gaustatoppen Dağı, Kuzey Avrupa’nın önemli kayak merkezlerinden biriymiş. Kasaba, güneş görmez konumu sayesinde kışın 200 den fazla donmuş şelaleye sahip oluyormuş. Donmuş şelale tırmanışı yapmak için Rjukan’ın mükemmel bir bölge olduğunu bilen dağcılar, dünyanın dört bir tarafından bu bölgeye akın edermiş. Hatta bu bölgede sektör o kadar gelişmiş ki, donmuş şelale tırmanış kursları bile düzenleniyormuş.
Oteller genelde merkezden yüksekte dağ yamaçlarında bir bölgede yer alıyor. Fotoğrafta görünen bizim de kaldığımız apart otel ve kabinler, oldukça modern döşenmiş.
Rjukan Norveç’in 6. en büyük kayak merkezi olduğu için dairelerde kış koşullarına uygun odun sobası ve bir şömine bulunmakta. Kaldığımız dairenin bir odasında kış turizmi için gelen konukların kullanması amacıyla, kayak kıyafetlerinden tutun da kış sporları için ne gerekiyorsa hepsi mevcut.  Kışın bu özelliklere sahip bir dairenin fiyatı bizim paramızla küçük bir servet değerinde diyebilirim. 
Neyse ki biz, Temmuz ayında gittiğimiz için fiyatlar oldukça uygundu.
Evlerin hepsi insana özgürlüğünü hissettiren muhteşem Gaustatoppen Dağı manzarasına sahip.
Heykel, Rjukan’ın kurucusu Sam Eyde’ye ait.
Dağlar, güneş ışınlarını bloke ettiği için Rjukan’da yaşayan halk yılın altı ayı güneşi göremez.
Eyde, 1908 yılında gübre üretimi için elektrik enerjisi sağlamak amacıyla, Rjukan şelalesini satın almış. Şelalenin altına fabrikasını kurarak, Rjukan’da sıfırdan bir şehir yaratmış. Fabrikasında çalışan işçilerin  beden ve ruh sağlığını etkileyen etmenlerden birinin güneş ışığı olduğunu bilen Sam Eyde,  işçileri güneşlensin diye 1928 yılında Kuzey Avrupa'nın ilk teleferiği inşa ettirmiş. Teleferik 5 dakikalık yükselme sonrasında dağın güneşle buluşan yüksekliğine ulaşarak, fabrikada çalışan işçilerin güneş ihtiyacını karşılamaya hizmet ediyormuş. Teleferik hala çalışır durumda ve  turistlik amaçla kullanılıyor.
 Dedim ya Rjukan yılın atı ayı güneşi görmez diye! İşte ikinci çözüm. Çılgınca fikirlerin öncüsü Rjukanlılar, 2013 yılında aynalarla güneşi yakalayıp, kış ışığını kente yansıtmışlar.
 Helikopterlerle vadinin tepesine yerleştirilen aynalar, güneşin hareketini izleyerek ışığı doğrudan Rjukan'ın ana meydanına yansıtıyor.
Reuters sayfasından indirdiğim bu fotoğraf, Rjukan halkının aynaların açılış kutlamasındaki görüntüleri.
Açılışta binlerce insan bir demet ışık altında güneş gözlüklerini takmış halde plaj sandalyelerinde güneşlenmeye başlamış. Hatta plaj voleybolu bile oynamışlar.
Türkiye Ordu ilinin Yalıköy beldesinde de halk, daha havanın kararmasına saatler kala güneşin dağın arkasına geçmesinden şikayetçiymiş. Çok erken saatlerden itibaren dağın gölgesinde yaşayan şehir halkı, romatizma hastalığına yakalandığını düşünüyormuş.
Peki, bu sorun bizde nasıl çözülmüş? Tabii ki dağı 50 metre keserek! Bu da Rjukanlılara bilgi olsun:)
Rjukan belediye meydanı.

Başrollerinde, Kirk Douglas ve Richard Haris oynadığı “Telmark kahramanları” diye bir film izlemiştim. Film 2. dünya savaşında Almanların, Norveç'i işgal etme sebebi olan, ağır su üretim  tesisini ele geçirme savaşından bahsediyordu. Bu filmden inanılmaz derecede etkilenmiştim.  Şimdi, Nazilerin atom bombası yapımında kullanmayı planladığı Döteryum Oksit, ya da daha bilinen adıyla"ağır su" üretiminin yapıldığı fabrikanın, Norveçli bir gurup komando tarafından, sabote edildiği bölgedeyiz.
1900 yılının başında dünyanın en büyük enerji santrali olan Norsk Hidroelektrik Santrali, metrelerce yukarıdan dökülen suyun  gücünü kullanarak, hidroelektrik üretiyordu.
Bu enerji santralinde üretilen ağır su savaşının yarattığı öykünün geçtiği bölgede bulunan Rjukan şelale suyunun büyük kısmı, Norsk Hidroelektrik Santrali giden boruların içinden geçiyor. Hidroelektrik Santralinin asıl amacı gübre üretimine enerji sağlamak için hidrojen gazı üretmekmiş. Ağır su denilen madde de nükleer bomba yapımında kullanılan hidrojen gazının yan ürünüymüş.  Ağır su, normal sudan yüzde 10 daha ağırmış.
Ağır suyun üretilmesi için çok fazla su ve güç gerekiyormuş. Almanların atom bombasını geliştirmek için işgal ettikleri Norsk Hidroelektrik Santrali, o dönemde bu koşullara sahip tek bölgeymiş.
İşgal altındaki tesiste, Almanların atom bombasını yapmaya çok yaklaştığını, santralde çalışan Tronstad’un, İngiltere’ye kaçarak müttefikleri uyarmasıyla süreç başlar.  Almanların Atom bombasını yapması durumunda dünya için bir felaket olacağını düşünen ABD ve İngiliz müttefikler, ağır su üretimin bir an önce durdurulması gerektiğine karar vermişler.

Bu santral binası doğal bir kale olan dağın eteğine kurulmuştu.
yapı olarak çok sağlamdı ve havadan bombalama yerine,  tesisi yerinde sabote etmek daha kolaydı.
Derin bir vadinin karşı tarafında ve dik bir dağ yamacında bulunan Hidroelektrik Santraline, sadece asma köprü ile ulaşılabiliyordu. Ayrıca Almanlar santrali ve buzla kaplı çevreyi, üç bin askeriyle çok sıkı koruma altına almışlardı.
Bu çok zor sabotaj operasyonuna,  Ekim 1942'de bölgeyi çok iyi bilen gençlerden oluşan gurubu, Rjukan'ın batısına paraşütle gizlice indirilerek başladılar. Görevleri üs kampı kurmak ve sabotaj operasyonu için istihbarat toplayıp, kendi kurdukları radyo istasyonu aracılığıyla Müttefik Komutaya bilgi aktarmaktı. Ardından Kasım 1942 de iki uçak dolusu özel timden oluşan 34 kişilik İngiliz ekibi santralin bombalaması için görevlendirildi. Fakat uçaklardan birisi düştü diğeri de geri dönmek zorunda kaldı. Düşen uçaktaki çoğu asker öldü. Kurtulanlar ise Almanlar tarafından yakalandı ve kurşuna dizildi. Operasyon başarısız olunca -10 derece kış koşullarında dağda saklanmak zorunda kalan askerler, geyik avlayıp etini ve midesindeki kalıntıları yiyerek hayatta kaldı. (Telmark kahramanları filminde, askerlerin kış koşullarında saklanarak nasıl hayatta kaldıkları anlatılıyor.)
 İlk deneme başarılı olamadıysa da 28 Şubat 1943 günü, özel eğitimli Norveçli komando askerleri santrale sızarak ağır su depolarını havaya uçurmayı başardı. Fakat Almanlar altı ay sonra santrali yeniden işletmeye başladılar.
Ardından, ABD Kasım 1943 günü santrale başka bir saldırı düzenledi. Çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği bu saldırıda da santrale  yeterince zarar verilememişti. Almanlar daha sonra tüm faaliyetleri durdurup, ellerinde kalan ağır suyu Almanya’ya nakletmeye karar verdi. 1944’de kalan ‘ağır su’ stokunu Tinn Gölü üzerinden sivil bir feribotla Almanya’ya nakledileceği öğrenildi. Norveçli direnişçilere, içerisinde kendi vatandaşlarının da olduğu feribotun batırılması emri verildi. Nükleer tehlikenin büyüklüğü karşısında feribot 18 sivil yolcusuna rağmen batırıldı. Böylece Feribot içerisindeki ağır su varilleri ve 18 sivil insanla birlikte nehrin derinliklerine gömüldü.
Hidroelektrik santrali, şimdi Norveç Endüstri İşçileri Müzesi olarak kullanılıyor.
Müzeden edindiğim broşürlerdeki fotoğraflarda, şelalenin gücü çok iyi anlaşılıyor.
Müzeye gitmek için çok derin bir vadinin üzerine yapılmış asma bir köprüden geçmek gerekiyor. köprünün altından Rjukan şelalesinin suyu akıyor. 
Bu köprü aynı zamanda dünyada bungee( iple atlama )
sporunun yapıldığı nadir yerlerden biriymiş.
Ardından, ormanın içinden yaklaşık 700 mt. dik yamacın tepesine tırmanmak gerekiyor.
Endüstriyel İşçiler Müzesinde, Hidroelektrik türbinlerin bulunduğu ana salon gerçekten etkileyici. Türbin salonunda ağır su üretmek için gerekli olan elektrik enerjisini üreten, eski türbinler bulunuyor.
Türbinlerin devasa büyüklüğü resimlerde pek belli olmuyor. Yanında durmam belki referans olabilir.
Ana kontrol konsolu ve ağır su toplayıcıları.
Formülü D2O yani “ağır su”, meğer bir gençlik iksiriymiş!  Atom bombası yapımında kullanılan bu “ağır su” yaşlanmayı durduruyormuş. kaçırırmıyım hiç! 30 krona müzeden satın aldım.
Sabotaj operasyonu için bilgiler bu küçük kulübedeki radyo istasyonundan, müttefik kumanda kademesine gönderiliyormuş. 

Müzenin bahçesinde, 11 Norveçli sabotajcının ismini listeleyen bir taş anıt bulunuyor.

Yeni bir şehir daha görme fikrinin cazipliğiyle rotamızın son durağına Oslo’yu ilave ettik. Bir gün yine geleceğim dediğim  Oslo’ya, bu ikinci gelişim. Yine ilk geldiğimizde olduğu gibi, Oslo son durağımız oldu. Norveç’in birkaç şehrini baştan sona gezdik, tarihini öğrendik, müzeleri ziyaret ettik, dağlara tırmandık, fiyortların manzarasında kendimizi kaybettik. Kısacası ruhumuz dinelirken, bedenlerimiz yeter artık dedi.
Oslo Norveç’in başkenti ve İskandinavya'nın 4 büyük şehrinden biri. Mimarisi, müzeleri, opera binası, Nobel Barış Merkezi, muhteşem uluslararası sanat koleksiyonuna sahip heykellerden oluşan parkı… Görülecek çok fazla yeri var.
Sonuçta Oslo’ya daha yakından bakmak ve tam hakkını vermek için önümüzdeki dönemde tekrar gelmeyi planlayarak, şehrin merkezinde biraz dolaşıp, dönüş yoluna koyulduk.

Oslo’nun merkezindeki Oslo Opera Binası,  Norveç'in en büyük prestijli yapısı olarak kabul ediliyor. 2008’de Kültür Mimarisi alanında, 2009 yılında AB Çağdaş Mimari Ödülü gibi birçok ödüle sahip. En çok ziyaret edilen mekanlarından biri olan opera binasının ilginç çatısı, turistlerin ilgi odağı olmuş. Bedava gezilen binanın çatısından, Oslo fiyort manzarası görülmeye değer.
Opera binasının önündeki yüzen heykel, İtalyan sanatçı Monica Bonvicini’ye ait. İlk bakışta yelkenliye benzese de  heykel, bir buzdağını temsil ediyormuş.
Oslo, Avrupa'nın en hızlı büyüyen şehirleri arasında yer alıyor.  Fiyorda bakan camla kaplı binaları,  şık ve modern görüntüye sahip.
Dünyanın dört bir yanından gelen insanların yaşadığı Oslo sokaklarındaki   Roman dilencilerin rahatlığı, insanı tebessüm ettiriyor.
Şimdilik Oslo merkezinden birkaç fotoğraf koyarak yazımı sonlandırıyorum.

Başka gezilerde buluşmak üzere hoşça kalın. 

Benim gözümle zuhal Şen